Joanne Robertson, 2020 tarihli Painting Stupid Girls EP’sinin kapağında pembe nevresimli yatağından bakıyordu kameraya. Bir yastık, turuncu bir gitar, koyu renk perdeler ve pencereden yatak odasına süzülen gün ışığı, bir tür mahremiyet duygusu uyandırıyordu insanda. Hani, az sonra çok özel bir yere adım atacakmışız gibi… Robertson’ın rüyalardan, hayallerden ve şiirlerden kurulmuş iç dünyasına.
Ailesiyle birlikte Glasgow’da sakin bir hayat süren müzisyen, şair ve ressam Joanne Robertson saçlarını kazıyarak klasik güzellik algılarına meydan okuduğu asi ilkgençlik yıllarından bu yana yarı-doğaçlama bir teknikle, hayatının güncel bir kaydını tutmak ve belki de duygularının bir haritasını çıkarmak için yazıyor şarkılarını. Üstelik, onların kulağa güzel gelip gelmediğini bile dert etmeden…
KAOTİK, ŞİİRSEL, SAMİMİ
Yatak odasında, ipekten kozasının içinde, tek başına ürettiği bu ipekböcekleri kadar sessiz ve küçük şarkılar onun soyut resimlerinin müzikal karşılığı gibi adeta. Kaotik, şiirsel, samimi… Onun havada süzülen, pastel renklere boyanmış, atmosferik melodilerinde bulduğumuz şey belki de sadece kırılganlığın gücü ve kendini açmanın sarhoş edici cesareti.
Robertson’ın geçtiğimiz yıl yayımladığı solo albümü Blue Car yaklaşık on yıllık bir üretim sürecini belgelemesi açısından önemliydi. Bütün çalışmaları gibi yas, özlem, aşk, yalnızlık ve iyilik-kötülük temaları üzerine inşa edilmiş bu melankolik albüm kısa zamanda onu deneysel folk sahnesinde kült bir figür haline getirdi.
Robertson daha önce müzikal ruh eşi Dean Blunt ile Wahalla isimli sihirli bir albüm de kaydetmişti. Travma sonrası iyileşmeye odaklanan gitar ve vokal temelli, derinlik arayışı içinde, ticari sanatın karşısında sanatçının özgürlüğünü yücelten, sessiz ama isyankâr bir müzikti bu. Geçtiğimiz haftalarda ise bu ikilinin yeni albümü dünyaya düştü.
GİTAR, VOKAL, İSYAN VE ÇIPLAKLIK
Backstage Raver adındaki bu albüm tıpkı Wahalla gibi hikayelerden çok duyguları konu alsa da, melodik altyapısı onun kadar sessiz sakin değil. Bana biraz da sık sık Cat Power’la kıyaslanan İngiliz müzisyen Scout Niblett’in ilk albümlerini anımsattı. Gitar, vokal, isyan ve çıplaklık: Onu dinlemek, odasında tek başına günlüğüne yazan bir genç kızın gizli dünyasını keşfetmeye benziyor. Dürtüsel, duygusal, vahşi ve yaratıcı bir varoluşun ürünü bu.
Düşünüyorum da, hayatım boyunca yazma eyleminin beni en çok mutlu ettiği anlar ilkgençliğimde, odamda, kendi kendime günlüğüme yazdığım anlardı belki de. Kendimi dünyadan soyutladığım ve yalnızlığıma aşık olduğum, yine de içten içe kendimi görünür kılmak ve dünyamı başkalarına açmak için yanıp tutuştuğum anlar…
Müziğin ne işe yaradığını da o zaman keşfetmiştim galiba. Müzik dünyaya ‘merhaba’ demenin bir yoluydu, en azından benim için. Bu da pembe nevresimler, mumlar, tütsüler, kitaplar ve kasetlerden örülmüş kaotik ama korunaklı bir kozanın içinde büyürken her şeye rağmen kendini ifade etmenin bir yolunu bulmak anlamına geliyordu.
İşte tam da bu yüzden Robertson’ın müziğini dinlerken eski odama ışınlanıyorum yeniden. Rock posterlerim, The Cure tişörtüm, Boris Vian kitaplarım ve paslı bir dikiş kutusunun içinde sakladığım günlüklerim geliyor gözlerimin önüne.
Büyüdüğüm ev yıkıldı, eski odam artık yok ve ben uzun zamandır günlük tutmuyorum ama hâlâ yazdığım her şeyde o defterlerdeki katıksız samimiyetin peşinden koşuyorum. Robertson’a gelince… Onun ‘çiğ’ folk şarkılarının herkes için yazılmadığını biliyorum ama böylesi daha çok hoşuma gidiyor, çünkü onların benim gibiler için yazıldığını hissediyorum.
TOZPEMBE DÜNYADA GRUNGE MÜZİK
Robertson rüyalarından ilham aldığını anlatıyor hep. Bazen de rüyalarında kendini 1990’lı yıllarda, bir grup grunge çocuğun önünde çıplak bir halde gördüğünden. Kendi müziğini daha iyi tarif edemezdi bana kalırsa.
Önceleri onun 60’lı yılların çiçeksi folk şarkıcılarının soyundan geldiğini düşünmüştüm. Joni Mitchell’ın, Vashti Bunyan’ın, Linda Perhacs’ın… Ama artık onun bundan daha fazlası olduğunu biliyorum:
Robertson, grunge müziği kendi tozpembe dünyasında bir şiire dönüştürerek yeniden yorumluyor aslında. Kendi küçük bebek evinin içinde, küçük pembe yatağında, rüyaları içeri davet ederek ve her şarkının içine bir tavşan deliği yerleştirerek.
Ben de onun benden istediği şeyi yapabiliyorum böylece. Tıpkı Alice gibi gözlerimi kapayıp tavşan deliğinden içeri atlıyor ve birden kendimi vintage piyanolarla, kış manzaralarıyla ve yaban çiçekleriyle dolu bir harikalar diyarında buluyorum.
Ama görünüşe aldanmayın, yumuşak ve şefkatli bir dünya değil burası. Burada doğa öylesine vahşi ki, çiçeklerin dikenleri dizlerimi çiziyor ve beni yaralı bir halde bırakıyor. Ama bunu seviyorum, çünkü bana eski rüyalarımı hatırlatıyor.